Bugün "halk edebiyatı" adı altında ve farklı bir zeminde ele alınan edebiyat; bizim, Orta Asya'da başlatıp, zenginleştirerek getirdiğimiz ana edebiyat geleneğimizdir. Halk şiiri ise bu edebiyatın güzide ve geniş bir alanıdır.
Eski Türklerde yazı dili, konuşma dili gibi bir ayrım söz konusu olmadığı için, edebiyatta da bir farklılık yoktur. Tüm milletin dili ve edebiyatı birdir.
Yazı dili, konuşma dili gibi farklılıklar, Türklerin İslam uygarlığına geçmelerinden sonra ortaya çıkmıştır. İslam dini ve uygarlığı, Türk dilinin dışındaki dillerin de, en önemlisi İslamiyetin dili Arapça'nın öğrenilmesini de zorunlu kılar. İslami ilimlerin tüm kaynağı Arapça'dır. İslam din ve uygarlığının üzerine titreyen, cihanşümul bir din gayreti güden Türklerin, bu dil, zamanla ikinci dilleri haline gelir. Hatta kültür merkezlerinde ve büyük şehirlerde Türkçe'nin önüne geçer.
Türk padişahlarının ilim adamları ve sanatkarlara gösterdikleri iltifat ve himaye, İslam alemindeki ilim ve sanat adamlarının Anadolu'ya akın etmelerine sebep olmuş; Anadolu büyük bir bilgi birikiminin merkezi haline gelmiş ve yaygın öğretim kurumları gibi çalışan çok sayıdaki medreseler, tekkeler, dergahlar ve esnaf kuruluşları çevresinde aydınlanan halk, çağının ilerisinde bir kültür ve uygarlık düzeyine yükselmiştir.
Türkçe, yapılan fetihlerle geniş bir coğrafya üzerine yayılmasına rağmen; çağın ilim dili Arapça ve edebiyat dili Farsça da başta ilim merkezleri, medreseler, saray ve resmi kurumlar olmak üzere büyük bir kitle arasında yaygınlaşmıştır.
Bu diller etrafında oluşturulan yeni edebiyat, yüzyıllardır akıp gelen ana edebiyat geleneğimizi ister istemez "halk edebiyatı" adı altında ikinci sınıf bir edebiyat konumuna itmiştir. Buna rağmen halk şairleri ve halk şiiri her devirde varlığını sürdürmüş, her çağda önemli temsilciler yetiştirmiştir. Arapça ve Farsçanın en yaygın, divan edebiyatının en haşmetli olduğu dönemde bile halk şiiri, Karacaoğlan gibi unutulmaz bir ozan çıkarmıştır.
Her türlü duygu ve düşünceleriniz için bize buradan ulaşabilirsiniz.